DR. AHMET KOYUNCU (ODA TV, 14.01.2020)
oner Yalçın, yine Psikiyatri alanını eleştiren bir yazıya imza attı (1). Bu yazı, "Kara Kutu" adlı kitabının bir özeti gibiydi. Peki böyle iddialar karşısında biz psikiyatristlerin tepkisi ne olmalıdır? ‘Soner Yalçın hekim değil’ya da ‘kitabının satılması için yapıyor’ cümlelerin arkasına sığınmak mı? Yoksa iğneyi kendimize batırarak, geldiğimiz noktayı konuşmak mı? Sizleri bilemem, ben bu yazıda yine iğneyi kendimize batırmayı deneyeceğim.
Siz de bilirsiniz. Kapitalizm denilen insan öğütme makinesi son hızla çalışmaya devam ediyor. Özellikle bu Neo-liberal çağın getirdiği belirsizlik ve güvensizlik koşullarında daha fazla insan sistemin kurbanı haline geliyordu. Başaran insan zirvede parlatılırken, başaramayanlara ise ‘bak, şu insanlar başardı. Sen de yapabilirdin. Yapamadığına göre sende bir sorun var’ deniliyordu (2). Yani, eşitsizliklerle dolu sistemde başarısızlığın faturası kişinin kendisine çıkarılıyordu.
Bununla da kalınmıyordu. Başaranın karşısına başaramayanların ordusu konuluyordu. Tıpkı Z. Bauman’ın dediği gibi ‘yoksulluğun görüntüsü yoksul olmayanları köşeye sıkıştırıyordu.’ Bu durum ise belirsizliğe ve başarılı insanların sisteme teslimiyetine yol açıyordu. Bu çağda herkes gereksizleşebilir, herkesin yerini bir başkası alabilirdi (3). Bu belirsizlik ve kaybetme korkusu ise P. Bourdieu’nun dediği gibi ‘bilinci ve bilinçaltını taciz ediyordu’(4).
KAPİTALİZM PSİKOLOJİYE VE PSİKİYATRİYE GÜVENİYOR
Peki kapitalizm tüm bunları yaparken nesine güveniyor? Yanıt vereyim. Psikoloji bilimi sayesinde ‘ikna üretimine’… Daha önemlisi PSİKİYATRİ hekimlerine…
Zaten Foucault dahiyane bir gözlemle ‘dünya psikologların yönettiği bir tımarhanedir’ diyordu. Çünkü iktidar mekanizması tarafından delilik bir psikiyatrik tedavi nesnesine dönüştürülüyordu (5).Daha önemlisi ise Fouchault’nun ‘biyo-iktidar’ kavramı… Biyo-iktidar, kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsurdu. Bireyleri normlara uyduran, normalleştiren bir toplum yaratıyordu. Okul, hapishane, aile, ordu, akıl hastanesi gibi kurumlar ise bireyi normalleştiriyor ve üretime katıyordu (6).
EĞİTİMLİ İNSANLARIN TOPLUMA İHANETİ…
Fouchault’nun ‘pastoral iktidar’ görüşünü dikkate alındığında ise, özür dileyerek yazıyorum, doktor hastanenin çobanı haline geliyordu. Psikiyatristler tımarhanelerin… Öğretmenler okulların… Mühendisler, fabrika ve işyerlerinin… Hukukçular ise hapishanenin… Aslında sopanın eğitimli insanların elinde olduğu, büyük kapatılmanın biyo-iktidarı idi bu. Bu eğitimlilerin her biri öyle ya da böyle, kapital sisteminin askeriydi.
Z. Bauman’a göre, bu durum ‘okumuş yazmış insanların vesayeti’ idi. Sıradan insan ise, bu eğitimli seçkinlerin hem şimdi, hem de gelecekteki eylemlerinin nesnesi idi (3). Onca diplomalı seçkin kapital sistemi ile el ele vermiş, toplumu kapital sisteminin lehine dizayn ediyordu. Bunu yaparken de yabancılaşmıştı. Aslında bu durum eğitimli insanların sıradan insanlara, yani topluma karşı ihaneti idi.
İşte bu noktada Rubert Musil’in moderniteye karşı eleştiri getirdiği ölümsüz eseri ‘Niteliksiz Adam’ akla geliyordu. Kitaptaki tek nitelikli adam, başkahraman Ulrich’ineğitimsiz babaidi. Kitaptaki eğitimlikarakterler ise nicel karakterlerdi. Musil’e göre, doktorlar, avukatlar, mühendisler, profesörler gibi kişiler nicel karakterlerdi (7).
Hatta Musil ‘niteliksiz adam, adam’sız niteliklerden oluşur’ diyordu.(7) Doçentti, profesördü, birkaç yabancı dili vardı, duayendi, ama halk dili ile söylersek adam olamamış nitelikli idi. R. Musil’in büyüklüğü de buradan geliyordu. 100 yıl önceden gelinecek noktayı görmüş ve niteliksiz adam metaforunu oluşturmuş olması idi. Gelinen gerçek de bu idi. Eğitimli insanların, adam olamamış nitelikliliği idi. Kendi işinde parlayıp başarıdan başarıya koşarken, dünya ile bağlarını kaybetmişlerdi.
DSM TANI KOYMA SİSTEMİ PSİKİYATRİSTLERİN AT GÖZLÜĞÜ MÜ
Örneğin tıp alanı… Doktorlar bir alanın uzmanı olurken, tüm dünya ile bağlantısını yitiriyordu. Hatta bu konuda psikiyatrinin hali içler acısı idi. Tanı koyduğu insanların sosyal dünyasını analiz etmekten bile acizdi. P. Bourdieu‘Akademik aklın eleştirisi’ adlı kitabında ‘sosyoloji ve psikanaliz güçlerini birleştirmeli ve toplumsal ilişkiler konusunda birlikte analiz yapmalıdır’ diyordu (4).
Peki sizce bu mümkün mü? Biz psikiyatristler DSM kitabından kafamızı kaldırıp, FDA adlı bir Yanki kuruluşunun şaibeli bilim insanlarına tapınmayı bırakabilirsek belki?...
Aslında bu noktada P. Bourdieu’nun ‘Televizyon üzerine’ adlı kitabında, eğitimcilerin kullandığı ‘gözlük benzetmesi’ aklıma geliyordu. Ona göre, gazetecilerin bazı şeyleri görüp, bazı şeyleri görmedikleri özel gözlükleri vardı (sanırım at gözlüğü gibi). Çünkü neyi görüp görmeyeceğimize karar veren, algılananı şekillendiren görünmez yapılar vardı (8). İşte bu yoruma sadece gazetecilikte mi, diyesim geliyordu. Çünkü her meslekte bu gözlük mevcuttu. Benim alanım olan psikiyatri de bile…
Hatta Soner Yalçın gibi meslek dışından birisinin eleştiri getirmesi halimizin ne kadar acınası olduğunu da gösteriyordu. Çünkü DSM sistemi de, psikiyatristlerin özel at gözlüğü idi. Bu gözlük sadece kliniğin içini gösteriyordu. Dışarıda dünya yanıyormuş, çoğunluk farkında bile değildi. Çünkü kapımızdan içeri giren herkese yapıştırılacak bir tanımız vardı. Gerekirse tespit ederek tecrit bile edebiliyordu.
DSM SİSTEMİ BİR METAZTAZ DÜZENİ Mİ
DSM sistemi ise çok bereketliydi. Nasrettin Hoca’nın kazanının doğurması gibi, o da her yıl onlarca yeni tanı doğuruyordu. Yeterince üzerinde düşünülmeden de bu yeni tanılara tapınılıyordu. Oysa Boudrillard ‘düşüncesini yitiren şey, gölgesini yitiren adama benzer’ diyordu (9). Psikiyatri de gölgesini yitiriyor ve kendisini kaybettiği bir çılgınlığın içine düşüyordu. Bu nedenle psikiyatri otoriteleri, ilaç firmalarının da desteği ile tanılama çılgınlığına yenilerini ekliyordu.
Peki bu DSM’ci esnaf Yanki’ler bir gün çıkıp ‘kazan öldü’ derse ne yapacağız? İşte bu tüm psikiyatristlerin düşünmesi gereken bir soru olmalıydı?
Aslında Boudrillard’ın bahsettiği gibi ‘tüm sistemler şişmiş durumda idi. Artık DSM sistemi büyümüyordu, bir ur düzenini alıyordu. Özellikle komorbidite çalışmaları dikkate alındığında ‘hızla çoğalan ve birbiri üzerine katlanan bir sistemdi’. Aslında artık DSM düzeni, tıpkı Boudrillard’ın bahsettiğine benzer bir şekilde ‘bir metastaz düzeni’ydi.
Çünkü diğer bilim kolları gibi psikiyatri de özgül niteliklerini yitiriyor ve ‘trans-psikiyatri’ haline geliyordu. Hatta Boudrillard’ın bahsettiği gibi travestik tanılarımız bile vardı (9). Örneğin ‘şizoaffektif bozukluk’… Şizofreni ile affektif bozuklukların sembolik olarak travestik haliydi. Ayırıcı tanı için o kadar uğraşılıyor ve peki tedavide ne veriliyordu? Benzer şeyler…
DSM SU KAYNATTI, ARDOC SİSTEMİ YOLA ÇIKTI BİLE…
Peki şu anda dünyada ne konuşuluyordu? ARDOC TANI KOYMA SİSTEMİ… Çünkü bizim tapındığımız DSM sistemi motorunu yaktı. Gümledi gümleyecek... Nerdeyse 50 yıl boyunca tanı koyduğumuz ve tedavi etmeye çalıştığımız insanların hali ne olacaktı? Diyorum ya, her an ‘kazan öldü’ denilebilirdi.
Gelelim Soner Yalçın’ın yazısındaki diğer bir eleştiriye… Psikiyatrist Gerard Pommier’in eleştirisine… Günlük hayatın sorunlarının bile hastalığa dönüştürülmesi meselesine… Haklı ya da haksız... Bizler bunu ne kadar sorguladık? Kongrelerimizde bunu tartışabildik mi? DSM sistemi, gerçek hayatı yutan bir istilacı vahşi bir orman gibiydi. Tıpkı Boudrillard’ın bahsettiği metastaz düzeninin vücudu kaplayıp yutması gibiydi.
SOSYAL FOBİ DİYE BİR HASTALIK VAR MI
Gelelim DSM tanılarından sosyal fobiye… Sosyal fobiye ömrümün 20 yılını verdim. 2000 hastalık arşivim ve 20’den fazla SCI Index yayınım oldu. Sosyal fobide prodrom dönemini tanımlayan hipotezim, yani presosyal-anksiyete dönemi hipotezim Early InterventionIn Psychiatry dergisinde yayınlandı (10). Daha önemlisi sosyal fobiyi, tıpkı kanserin prekanser döneminde yakalanması gibi, prodrom döneminde yakalayacak olan 62 maddelik ölçeğin üzerinde de bir yıldan fazla çalıştım.
Bu sürecin sonunda öyle bir gerçekle karşılaştım ki, çalışmalarımı o noktada durdurdum. Geldiğim aşamada sosyal anksiyetenin, adı üzerinde sosyal kaynağını, yani toplumdaki karşılığını gördüm.Klinik dışında sosyal fobi bir hastalık değildi. İnsan bedeninin kapital sistemine verdiği bir tepki idi. Özellikle alt ve orta sınıflardan gelen insanların bir tür eşitsizlik anksiyetesi idi. İnsan bedeni bu eşitsizliği kabul etmiyor ve anksiyete tepkisi koyuyordu.(Bu görüşlerimi her türlü bilimsel ortamda tartışmaya hazırım. Kendisini otorite olarak kabul eden herkese ‘Hodri meydan’ diyorum.)
Bizler ise kapital sisteminin askerleri olarak, bunu bir hastalık sınıfına koyuyor ve tedavi etmek istiyorduk. Çünkü DSM tanrımız böyle buyuruyordu. Kapital sisteminin dev ilaç firmaları vardı. ‘Sosyal fobide Paroksetin’ cümlesini tüm psikiyatristlerin beynine kazıyordu. Bu ilaç FDA tarafından da kutsanmıştı. Bana gelen sosyal fobiklerin geçmişlerini incelediğimde neredeyse Paroksetin başlanmayan hasta yoktu. İşte bunları kitabında anlatmış olan Soner Yalçın haklı idi. Glaxosmithkline’ın doktor beynini yıkama taktikleri başarılı idi.
Hatta bırakın Soner Yalçın’ın psikiyatri hakkında ne yazdığını diyorum.Haklı ya da haksız… Biz kendi halimize bakalım. Bu birikmiş pislik düzenini, Boudrillard’ın ifadesi ile ‘metastaz düzenini’ o yazmasa, başkası yazacaktı. Zaten yakında başka yazanlar da olacak…
Peki biz bu kirli düzeni ne kadar tartışabildik ki? Özellikle lüks oteller- ilaç firmaları- tıbbi kongreler kirli ağını… Hatta ilaç firmalarının doktorları karakter yapılarına göre sınıflandırarak, ona göre davrandıklarını bilmemize rağmen sustuk. Çünkü YÖK sisteminin para vermediği akademisyenler ve asistanlar,kongrelere gidebilmek içim ilaç mümessillerinin kongre ayartmalarına muhtaçtı.
Ama bu gün artık güneş balçıkla sıvanmıyor. İlaç firmalarının şaibelerini bile tartışmadık. Çünkü ilaç firmaları kongrelerimize sponsordu. Ben Soner Bey yazmadan önce de, psikiyatri hakkındaki şaibelerin bir kısmını duymuştum. Türkiye Psikiyatri Derneği’nin duymaması mümkün mü?
İşte bu noktada, ‘Ey! Türkiye Psikiyatri Derneği, ilaç firmalarının şaibelerini ve bu kirli düzeni kongrelerinde tartışacak cesaretin var mı?’ diyorum. Özellikle ilaç firmalarının doktorlara sponsor olduğu kongrelerinde…
Glaxosmithkline’ı, Pfizer’ı, Lilly’yi, Novartis’i ve diğerlerini tartışarak, bu firmalara ‘nedir bu şaibeler, doktorların önünde açıkla’ diyebilecek misin?
Doktor-mümessil ilişkisinde, doktorları kongre dilenmekten kurtaracak alternatif planların var mı?
Diyorum ya, bırakın Soner Yalçın’ın neler yazdığını… Bizler içerisinde yaşadığımız DSM bataklığına ve şaibeli ilaç firmaları pislik çukuruna eleştiri getiremediğimiz ve halkı da bu pislik çukurunda yaşamaya ikna ettiğimiz sürece, R. Musil’in haklılığı doğrulanmaz mı?
Tüm meslektaşlarıma soruyorum. Doktorluğumuz, uzmanlığımız, hatta profesörlüğümüz olsa bile, kapital sisteminin askerleri olarak ‘adam olamamış nitelikliliğimiz’ doğrulanmış olmaz mı?
Tıpkı Edward Said’in dediği gibi (11), toplumun sorunları ile yoğrulan bir entelektüel ve aydın olması gereken akademisyenler, birer dershane teknisyenine dönüşmez mi?
KAYNAKÇA:
1. https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/soner-yalcin/cocuklarimiz-oluyor…
2. Sennett, R. (2009). Yeni kapitalizm kültürü. Çev. A Onacak, İstanbul: Ayrıntı.
3.Tezcan, N. Öğretmenlerin Ödüllendirme Öngörüleri. İmtiyaz Sahibi, 48.4. Sennett, Ricahard (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü. İstanbul: Ayrıntı.
4. Zygmunt, BAUMAN. (2000). Siyaset Arayışı. Metis Yayınları, Tuncay Birkan (çev.), İstanbul.
5. Hülür, H. Faşist Olmayan Varolma Biçimlerinin Olanakları Üzerine: MıchelFoucault’da Normalleşme, Benlik Ve Etik
6. Olgun, C. K. (2007). MichelFoucault’nun İktidar Kavramına Giriş. Sosyoloji Notları, 1.
7. Musil, R. (2014). Niteliksiz Adam, Çev: Ahmet Cemal, 5. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
8. Bourdieu, P. (1997). Televizyon Üzerine, çev. T. Ilgaz.
9. Baudrillard, J. (1998). Kötülüğün şeffaflığı. Çev. Işık Ergüden. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
10. Koyuncu, A., Alkın, T., & Tükel, R. (2018). Development of socialanxietydisordersecondarytoattentiondeficit/hyperactivitydisorder (thedevelopmentalhypothesis). Earlyintervention in psychiatry, 12(2), 269-272.
11. Said, Edward. "Entelektüel." İstanbul: Ayrıntı Yayınları (1995).